Saat sahibi olan herkesin bir saatten ortak ve çok temel bir beklentisi vardır: Sahip olduğu saatin zamanı doğru şekilde gösterebilmesi. Bunun için öncelikle zamanı doğru tutan bir saate ihtiyacımız olduğu çok açık. Zamanı doğru tutan bir saat için ise düzgün şekilde regüle edilmiş iyi bir mekanizmaya! Mekanizmalar, her ne kadar hepsi aynı başarıyı gösteremiyor olsa da, mekanik saatlerin 1500’lü yılların ilk yarısında ortaya çıkmasından itibaren sürekli gelişerek üstlerine düşen işi yerine getiriyorlar. Geriye ufacık bir sorun kalıyor: Zamanı doğru şekilde gösterebilen saati görebilmek. Kol saatlerinin ortaya çıkışı çok daha sonraki yıllara dayandığı için, bugün anladığımız anlamda çevresel aydınlatma var olana kadar, hava karardığında saatin kaç olduğunu öğrenmek için saate bakmak çoğu zaman boş bir heves olarak kalıyordu. Bu nedenle karanlık ortamlarda saatin kaç olduğunu öğrenmek için başka yollara ve girişimlere ihtiyaç duyuldu. 1680 yılında Daniel Quare, bugün minute repeater olarak bilinen komplikasyonun atası olan çalarlı saati icat edene kadar girişilen diğer yol ve yöntemler pek de sağlıklı sonuçlar vermemişti. Quare’in saati, saat başlarına 15 dakika kala çalarak insanlara zamanı haber veriyordu. Ancak bu sistemin yaygınlaşması çok kolay değildi. Sonraki yüzyıl içinde ancak çok varlıklı aileler çalarlı saatlere sahip olabilmişti.
Tarih 1898’e geldiğinde sonraki 60 yılı oldukça derinden etkileyecek bir keşif yapıldı. Marie Curie ve eşi Pierre Curie mavi renkte hafifçe parlayan ve etrafına az da olsa ısı veren tuhaf bir element keşfettiler. Bu element uranyumun bozunması ile ortaya çıkan radyumdu. Radyumun herhangi bir tetikleyiciye ihtiyaç duymayan parlaklığı ona karşı olan ilgiyi tetiklemişti. Elementin keşfinden 4 yıl sonra radyum ihtiva eden boyalar çok farklı sektörlerde kullanılmaya başlanmış, bu yeni element insan hayatının içine tam anlamıyla girmişti. Her ne kadar radyum herhangi başka bir maddeye ihtiyaç duymadan parlama özelliğine sahip olsa da onu bir fosfor olan çinko-sülfit ile karıştırarak parlaklığını daha da arttıran William J. Hammer parlayan boya sektörünün öncüsü oldu. Aynı zamanda radyumun o çok iyi bilinen parlak yeşil rengini de bu fosforu seçerek kendisi verdi. Daha sonraları farklı metallerle karıştırılan radyumlu boyalar farklı renklerde de parlamaya başladılar. Üretilen boyalar, içerdikleri forfor maddesi, radyumun yaydığı radyasyon tarafından tüketilene kadar parlıyorlardı. Fosfor maddesi tükendiğinde ise artık belli-belirsiz bir şekilde radyumun kendi soluk mavi parlaklığı kalıyordu. Yani boya işlevsiz hale geliyordu. Bunun gerçekleşmesi yaklaşık 20-25 yıl sürse de, radyum kaynaklı radyasyon binlerce yıl devam ediyor. Çünkü radyum elementinin yarılanma ömrü 1602 yıldır.
Birinci Dünya Savaşının 1914 yılında patlak vermesiyle birlikte gece zamanı öğrenmeye olan ihtiyaç da hiç olmadığı kadar arttı. Çünkü komutanların, askerlerin doğru zamanda doğru hamleleri yaptığından emin olmaları gerekiyordu. Bu yönde gelen yoğun istekler doğrultusunda saat sektörü bu sorunu çözmek için harekete geçti ve sonuçta başvurulan en verimli yöntem, içerdiği radyum sayesinde karanlıkta parlayan boyaların saat indis ve kollarında kullanılması oldu. İlk olarak askerlik ve benzeri özel uzmanlık alanlarında kullanılmak üzere üretilen bu saatler her an okunabilme avantajları ile kısa sürede sivil halkın da ilgisini çekti ve pek çok farklı saat modelinde sayısız kez kullanıldı. Ortaya çıkan zararlı etkileri net olarak anlaşıldıktan sonra bile kullanılmaya uzun süre devam edilen radyumlu saatler, üretimleri 1968 yılında tamamen duruncaya kadar 50 yılı aşkın süre boyunca üretildi.
Radyumun zararlı etkileri oldukça sarsıcı bazı olaylar neticesinde net bir şekilde anlaşılıp, kamuoyu tepkisi oluştuktan sonra sektör başka yollar aramaya girişti. Girişimlerden bazıları radyum kadar olmasa da yine radyoaktif elementlere ihtiyaç duyuyordu. 1960’ların ikinci yarısından sonra kullanılmaya başlanan strontium bu elementlerden biri oldu. Radyumdan daha az radyoaktif, yarılanma ömrü radyumdan daha kısa ve radyumdan daha ucuzdu. 1602 yıllık yarılanma ömrüne sahip radyumla karşılaştırılınca 28 yıllık yarılanma ömrü ile strontium ilk zamanlar oldukça “sağlıklı” gelmişti. Daha az radyoaktif olduğu için boyasında var olan fosforu daha yavaş tüketiyor ve radyumlu boyalardan daha uzun yıllar parlaklık verebiliyordu. Ama kemik kanseri ve lösemi gibi zararlı etkileri ortaya çıkmaya başlayınca strontium ile devam edilemeyeceği de anlaşılmıştı. Nitekim Rolex 6542 GMT Master modelleri de bakalit bezellerinde kullanılan strontium nedeniyle geri çağırılmıştır.
Günümüzde neredeyse yalnızca bazı özel medikal cihazların güç kaynağı olarak kullanılan promethium da özellikle İngiltere Savunma Bakanlığı tarafından sipariş edilen saatler için kısa süre de olsa kullanılmıştır. En uzun izotopunun yarılanma ömrü 17,7 yıl olan promethium, kendisinden önce başvurulan kaynaklar olan radyum ve strontiumdan daha güvenli, kendisiyle çağdaş olan tirityumdan daha ucuzdu. Ayrıca strontium ve tirityumdan daha fazla parlaklık verebiliyordu. Ama bir sorun vardı: her ne kadar en uzun süre dayanan izotopu promethium-145’in yarılanma ömrü 17,7 yıl olsa da fosforlu boyalarda kullanılan promethium-147 izotopu 2,5 yıl içinde yarılanıyor, dolayısıyla saatin okunurluğu beklenenden kısa sürede azalıyordu. Belli başlı özel görevler için bu süre yeterli olsa da sivil halk için yeterli değildi. Zira askeri saatlerde fosforlu boya ihtiyaç halinde yenilenebilirken sivil halkın böyle bir imkânı bulunmuyordu. Nitekim meşhur dirty-dozen serilerinde yer alan kadranların boyalarının gerekli zamanlarda promethium ya da trityum ile yenilendiği biliniyor.
Promethium gibi trityum da öncelikli olarak askeri görevlerde, daha sonraları ise sivil hayatta kullanılan saatleri görünür kılmak için başvurulan elementlerden biri olmuştur. 1960’ların sonundan başlayarak 1990’ların sonlarına kadar sıklıkla kullanılmıştır. Tıpkı diğer radyoaktif boyalarda olduğu gibi çinko sülfit yakarak parlaklık sağlayan trityum, 12 yıllık yarılanma ömrü ile gayet tatmin edici sürelerde içinde bulunduğu boyanın parlaklığı korumasını sağlıyordu.
Radyum felaketinden sonra oluşan kamuoyu baskısı ve kurulan uluslararası kurulların aldığı kararlar ile zamanla daha az yoğunluklarda kullanılmaya başlanmıştır. Kullanıldığı ilk zamanlarda saat kadranlarında yalnızca “T” harfiyle simgelenen trityum, daha sonra yayılımı 25 miliküri’den az olacak şekilde seyreltilmiş ve “T<25” şeklinde gösterilmiştir. En son aşamada ise yayılımı 7,5 miliküri’ye denk gelecek şekilde azaltılarak “T Swiss Made T” ibaresi ile tanımlanmıştır.
Günümüzde trityum kullanımı bir başka şekilde de olsa sürmektedir: Trityum tüpleri. Özellikle Ball markası tarafından kullanılan bu yöntem oldukça işlevsel bir görüş sunmakla birlikte harika bir gece görüntüsü de vermektedir. Trityum tüplerinin çalışma mantığı trityum kullanılan fosforlu boyalardan çok farklı olmamakla birlikte; yöntemler, birinde katı, diğerinde gaz halde trityum kullanılmasıyla birbirinden ayrılır. Trityum tüpleri borosilikat camdan üretilmiştir. Camın iç yüzeyine uygulanan fosfor, trityum tarafından tetiklenir ve ortaya farklı renklerde, ışımak için herhangi bir ışık kaynağına ihtiyacı olmayan renkli küçük tüpler çıkar. Her ne kadar hala radyoaktif bir kaynak olsa da cam tüplere hapsedilmesiyle bu etki en alt seviyeye indirilmiştir.
Zararlı ya da zararsız, sonuçta işlevsel olan tüm bu yöntemlerden sonra 1990’ların ilk yarısına gelindiğinde Japonya’da kendi alanında çığır açan bir buluş yapıldı: Luminova! 1941 yılından beri Japonya’da özellikle askeri saatlerin kadranları için parlak boya üreten Nemoto&Co şirketi, radyum döneminden başlayarak zaman içinde tüm parlak boya türlerini üretimlerinde kullanmış; 1993 yılına gelindiğinde ise Luminova teknolojisini geliştirmiştir. Nemoto&Co şirketi tarafından geliştirilen bu yeni madde yalnızca radyasyon bakımından sorunsuz olmakla kalmıyor; aynı zamanda çinko-sülfit içeren eski radyoaktif boyalara kıyasla daha parlak bir gece görüşü sunuyordu. Luminova, çok güçlü bir fosfor olan strontium aluminate’in hiçbir kimyasal tetikleyiciye ihtiyaç duymadan, sadece maruz kaldığı ışığı absorbe etmesi ve daha sonra yeniden yayması şeklinde çalışmaktadır. Bugün üretilmekte olan bazı özel modeller dışında neredeyse her kol saatinde az ya da çok kullanılan Luminova, farklı markalar tarafından formülünde yapılan ufak değişikliklerle farklı biçimde isimlendirilmektedir. Seiko için LumiBrite, İsviçre menşeili pek çok marka için Super-Luminova ve her ne kadar resmi olarak kabul etmese de Rolex için Chromalite.
Saat kadranlarını –imkân olduğu dönemlerde bile elektriğe başvurmadan- aydınlatabilmek uğruna, bulunan ve uygulanan çözümlere kısaca değindiğimiz bu makalemizde, radyumdan luminovaya doğru ilerleyen yaklaşık 80 yıllık bir dönemi kısaca özetlemeye çalıştım. İlk aydınlatma girişimlerinden miras kalan Radyum gibi radyoaktif boyalı saatler artık tarihin bir parçası olup, yerlerini bugün bildiğimiz anlamda luminovalı saatlere bıraksalar da bazı özel modelleri başta olmak üzere koleksiyoncular tarafından olmak üzere pek çok saatsever tarafından alınıp, saklanmakta ya da kullanılmaktadır. Dikkatli bir kullanım ya da sayısı fazla olmayan bir koleksiyon –genellikle- zararsız olarak nitelendirilse de o saatin içinde önümüzdeki birkaç 1000 yıl daha yayılım yapmaya devam edecek radyoaktif bir maddenin olduğu asla unutulmamalıdır.